National Geographic Türkiye - Dosya: Zeytin - Sayı: 103 Kasım

Hazırlayan:
Chris Johns / Nesibe Bat
Stok Kodu:
1199138881
Boyut:
18x26
Sayfa Sayısı:
152 s.
Basım Yeri:
İstanbul
Baskı:
1
Basım Tarihi:
2009
Çeviren:
Gülşah Seral Aksakal; Fahire Kurt; Duygu Akın
Kapak Türü:
Karton Kapak
Kağıt Türü:
Kuşe Kağıt
Dili:
Türkçe
0,00
1199138881
524969
National Geographic Türkiye - Dosya: Zeytin - Sayı: 103      Kasım
National Geographic Türkiye - Dosya: Zeytin - Sayı: 103 Kasım
0.00
İÇİNDEKİLERDEN BAZILARI:
• Bıçak Sırtında Yaşamak

• Gölgeler Diyarı Suriye

• MAVİ ATEŞ PARÇASI YALIÇAPKINI

• Gözalıcı Çapkınlar

• Zeytin - İhsan Oktay Anar

Fotoğraflar: Tolga Sezgin

Yüzlerce yıldır Tire'de, ekim sonundan ocak ayına kadar aynı ritüel yaşanır. Bütün aile zeytin hasadı için biraraya gelir. Erkekler çırpar, kadınlar toplar. Ve büyük emeklerle toplanan zeytin, yağ olur, sabun olur, şifa olur. İhsan Oktay Anar, Tireli bir ailenin asırladır süregelen hasat ritüeliyle iç içe geçen öyküsünü anlatıyor.

Bundan yıllarca önce, İzmir'de Ekim ayı başladığında, doğum yeri Tire'den gelen haberle Muzaffer Hanım'ın (bu satırların yazarı, sözü edilen saygıdeğer hanımın kızıyla evlidir) eli ayağı birbirine dolaşmıştı. Çünkü, hiç de fena bir terzi olmayan bu hanım, yetiştirmesi gereken yığınla gömlek, etek, döpiyes ve hatta bir gelinlik siparişi olmasına rağmen, zeytin çırpma mevsimi başladığı için Tire'ye çağrılıyordu: Hem de, heyhât ki, kayınvalidesi tarafından. Dilber Hanım, yani kayınvalide, sert bir kadın sayılırdı. Sık sık ağrılarından şikayet eder, konu komşudan bir doktor veya bir kaplıca ismi işittiğinde İzmir'de yaşayan, dolayısıyla ailenin en zengini sayılan oğluna telgraf çektirir ve dükkânını 15 gün olsun kapatıp, kendisini falanca doktora yahut filanca kaplıcaya götürmesini söylerdi. Kocasının sözünden çıkmamaya gayret eden ve şimdi felsefe öğretmenliği yapan kızını, "Evlâdım, unutma sakın! Biz Arnavut'uz. Önce Allah sonra koca gelir bizde" gibi sözlerle yetiştirmeyi farz bilmiş Muzaffer Hanım, ne yazık ki kayınvalidesinin çağrısı karşısında fazla bir şey yapamamıştı. Çünkü ayakkabı ustası olan ve mesleğinde ilerlemek için yıllar önce İzmir'e gelerek Bayraklı semtine yerleşen kocası Esat Bey beş vakit namazında biriydi ve bu haliyle onun, Peygamber Muhammed tarafından, "anne sözünü tuttuğu için" övülen Veysel Karanî'yi örnek almaması kaçınılmazdı. Kısacası, kocası anne sözünden ve kendisi de koca sözünden çıkamayacağı için, Tire'den gelen emre boyun eğmekten başka çare yok gibiydi. İzmir'in ilçesi Tire'nin sakinlerinin çoğu, buranın asırlar önce, Hititler zamanında kurulduğunu, Büyük İskender'in ordularını "ağırladığını", Fatih Sultan Mehmed saltanatında hanlar, kervansaraylar, camiler ve medreseler inşa edilerek bayındır bir ticaret şehri, neredeyse bir kültür merkezi kılındığını pek bilmezdi. Ama buradan çıkan bir tekstil girişimcisinin, İtalya'dan hurda fiyatına satın aldığı araçlarla izbe bir mekânda ürettiği gömleklere "Tireli" değil de, "Tirelli" markasını yapıştırdığı vakit voliyi vurarak zengin kesildiği söylentisi ağızdan ağıza dolaşırdı. Muzaffer Hanım ile kocasının kalacağı, rahmetli Necati Amca'ya ait ev de, Tire'nin taş döşeli, dar sokaklarından birinin kıyısındaydı. Eğer ezkaza, olsalar bile, motorlu araçların asla giremeyecekleri bu dar sokaklarda o zamanlar, yani bundan 30 yıl kadar önce, ezan sesini duyduklarında suskun ve vakur edalarıyla camilere sökün eden Tireli erkeklerin bindikleri eşek, katır ve hatta beygirlerin toynaklarından kopup gelen lapatap lapatap sesleri yankılanırdı. Rahmetli amca ve ailesi, hatta tüm sülale, zamanın adeta durduğu, bir yeniliğe de ihtiyacın pek olmadığı, işte böyle bir atmosfer içinde yaşarlardı. Kendi çırpıp topladıkları zeytinin yağını yine kendileri sıkar, sabunlarını bu yağdan kendileri yapar, bir futbol sahasının çeyreğinden bile küçük tarlalarında tahıl yetiştirip taş değirmende öğüterek kendi ekmeklerini kendi fırınlarında pişirir, meyve ve sebze ihtiyaçlarını kendi bahçelerinden elde eder, gerekli başka birkaç ihtiyacı da komşularıyla mübadele yoluyla karşılarlar, yedikleri karpuzun çekirdeklerini kavurarak kışa saklayıp, kabuklarını da "damda" bekleyen eşeğe verirler, evlerinden asla çöp çıkmazdı.

Yazının devamı National Geographic Kasım sayısında.

İÇİNDEKİLERDEN BAZILARI:
• Bıçak Sırtında Yaşamak

• Gölgeler Diyarı Suriye

• MAVİ ATEŞ PARÇASI YALIÇAPKINI

• Gözalıcı Çapkınlar

• Zeytin - İhsan Oktay Anar

Fotoğraflar: Tolga Sezgin

Yüzlerce yıldır Tire'de, ekim sonundan ocak ayına kadar aynı ritüel yaşanır. Bütün aile zeytin hasadı için biraraya gelir. Erkekler çırpar, kadınlar toplar. Ve büyük emeklerle toplanan zeytin, yağ olur, sabun olur, şifa olur. İhsan Oktay Anar, Tireli bir ailenin asırladır süregelen hasat ritüeliyle iç içe geçen öyküsünü anlatıyor.

Bundan yıllarca önce, İzmir'de Ekim ayı başladığında, doğum yeri Tire'den gelen haberle Muzaffer Hanım'ın (bu satırların yazarı, sözü edilen saygıdeğer hanımın kızıyla evlidir) eli ayağı birbirine dolaşmıştı. Çünkü, hiç de fena bir terzi olmayan bu hanım, yetiştirmesi gereken yığınla gömlek, etek, döpiyes ve hatta bir gelinlik siparişi olmasına rağmen, zeytin çırpma mevsimi başladığı için Tire'ye çağrılıyordu: Hem de, heyhât ki, kayınvalidesi tarafından. Dilber Hanım, yani kayınvalide, sert bir kadın sayılırdı. Sık sık ağrılarından şikayet eder, konu komşudan bir doktor veya bir kaplıca ismi işittiğinde İzmir'de yaşayan, dolayısıyla ailenin en zengini sayılan oğluna telgraf çektirir ve dükkânını 15 gün olsun kapatıp, kendisini falanca doktora yahut filanca kaplıcaya götürmesini söylerdi. Kocasının sözünden çıkmamaya gayret eden ve şimdi felsefe öğretmenliği yapan kızını, "Evlâdım, unutma sakın! Biz Arnavut'uz. Önce Allah sonra koca gelir bizde" gibi sözlerle yetiştirmeyi farz bilmiş Muzaffer Hanım, ne yazık ki kayınvalidesinin çağrısı karşısında fazla bir şey yapamamıştı. Çünkü ayakkabı ustası olan ve mesleğinde ilerlemek için yıllar önce İzmir'e gelerek Bayraklı semtine yerleşen kocası Esat Bey beş vakit namazında biriydi ve bu haliyle onun, Peygamber Muhammed tarafından, "anne sözünü tuttuğu için" övülen Veysel Karanî'yi örnek almaması kaçınılmazdı. Kısacası, kocası anne sözünden ve kendisi de koca sözünden çıkamayacağı için, Tire'den gelen emre boyun eğmekten başka çare yok gibiydi. İzmir'in ilçesi Tire'nin sakinlerinin çoğu, buranın asırlar önce, Hititler zamanında kurulduğunu, Büyük İskender'in ordularını "ağırladığını", Fatih Sultan Mehmed saltanatında hanlar, kervansaraylar, camiler ve medreseler inşa edilerek bayındır bir ticaret şehri, neredeyse bir kültür merkezi kılındığını pek bilmezdi. Ama buradan çıkan bir tekstil girişimcisinin, İtalya'dan hurda fiyatına satın aldığı araçlarla izbe bir mekânda ürettiği gömleklere "Tireli" değil de, "Tirelli" markasını yapıştırdığı vakit voliyi vurarak zengin kesildiği söylentisi ağızdan ağıza dolaşırdı. Muzaffer Hanım ile kocasının kalacağı, rahmetli Necati Amca'ya ait ev de, Tire'nin taş döşeli, dar sokaklarından birinin kıyısındaydı. Eğer ezkaza, olsalar bile, motorlu araçların asla giremeyecekleri bu dar sokaklarda o zamanlar, yani bundan 30 yıl kadar önce, ezan sesini duyduklarında suskun ve vakur edalarıyla camilere sökün eden Tireli erkeklerin bindikleri eşek, katır ve hatta beygirlerin toynaklarından kopup gelen lapatap lapatap sesleri yankılanırdı. Rahmetli amca ve ailesi, hatta tüm sülale, zamanın adeta durduğu, bir yeniliğe de ihtiyacın pek olmadığı, işte böyle bir atmosfer içinde yaşarlardı. Kendi çırpıp topladıkları zeytinin yağını yine kendileri sıkar, sabunlarını bu yağdan kendileri yapar, bir futbol sahasının çeyreğinden bile küçük tarlalarında tahıl yetiştirip taş değirmende öğüterek kendi ekmeklerini kendi fırınlarında pişirir, meyve ve sebze ihtiyaçlarını kendi bahçelerinden elde eder, gerekli başka birkaç ihtiyacı da komşularıyla mübadele yoluyla karşılarlar, yedikleri karpuzun çekirdeklerini kavurarak kışa saklayıp, kabuklarını da "damda" bekleyen eşeğe verirler, evlerinden asla çöp çıkmazdı.

Yazının devamı National Geographic Kasım sayısında.

Yorum yaz
Bu kitabı henüz kimse eleştirmemiş.
Kapat