Ailesi Urmiyeli(Rızaiyeli) olmakla birlikte, doğum yeri bilinmiyor. O zamanın sanat ve kültür merkezi olan Bağdat'a ailece göç etmiş olmaları ve Safiyüddin'in de doğum yerinin bağdat olması muhtemeldir. Son Abbasi halifesi Mutasım Billah'ın(ölümü:1258) musahibliğinde bulunuşundan önceki yıllarına ait hayat hikâyesi karanlıktır. O yıllarda genç yaşında ün kazanmış bir mûsikîşinas olduğu, hem sarayda görev almasından, hem de halifenin ölümünden sonra vezir Alâaddin Cüveynî'nin eserlerini yazması için ona yetki vermesinden anlaşılıyor. İyi bir öğrenim gördüğünü, kendini iyi yetiştirdiğini elde bulunan eserleri ortaya koyuyor. Türklüğü ve Türkleri görmezlikten, bilmezlikten gelen yabancı araştırmacıların bu büyük insanı Arab olarak kabul etmesi bir bakıma doğal sayılabilir. Çünkü bu durum Avrupalıların eski bir hastalığıdır. Ancak silinmez bir "Urmevî" yâni Türk etiketi taşıyan Safiyüddin'e Türk yazarlarının "Arab"lık etiketi yapıştırması şaşılacak bir şeydir.
Bağdat sarayında mûsikîşinas ve Ud sanatkârı olarak çalışırken , aynı zamanda halifenin ünlü kitaplığının idaresine bakıyor ve "müstensih"lik yapıyor, yâni kitapları el yazısı ile yazarak çoğaltıyordu. Çok sevilip sayıldığı, büyük ücretler karşılığında çalıştığı bu mutlu günler çok uzun sürmedi.
Moğol İmparatoru Hulâgu'nun 1258 yılında Bağdat'ı istila etmesi ile her şey son buldu. Halife öldürülmüş, şehir yerle bir edilmiş, kütüphane yakılıp yıkılmış, kitaplar Dicle nehrine dökülmüştü.
Bu karışık günlerde Safiyüddin'in yeni hükümdarın huzurunda Ud çaldığı, mûsikîşinaslığı sayesinde hayatını ve servetini kurtardığı anlaşılıyor. Nitekim bağışlanmış, eski saygınlığı geri verilmiş, hem de yıllık tahsisatı arttırılmıştı. Bir yandan bu hizmetleri sürdürürken, bir yandan da İlhanlılar'ın başveziri Şemseddin Cüveynî'nin iki oğlu Bahaeddin Muhammet(ölümü:1279) ile Şerafeddin Harûn (ölümü:1286)'un hocalığını yapıyordu. Bu iki kişi daha sonra sanat ve edebiyatın koruyucusu olmuşlardır.
Bu görevlerden başka Şemseddin ve Alâeddin Cüveynî'lerin ısrarı ile "İnşa Divanı"na getirildi. Bahaeddin Muhammed Isfahan valisi olunca, onunla birlikte 1265 tarihinde Isfahan'a gitti. Cüveynî ailesinin eski gücünü yitirerek çökmesi üzerine Safiyüddin de unutulmuş, hayatının son yıllarını tam bir yoksulluk içinde geçirerek borcunu ödemediğinden hapse atılmış ve hapishanede ölmüştür.
Kitabü'l-Edvar adlı eserinde ezgileri araştırmış, tellerin boyuna göre elde edilen seslerin değişmesini incelemiş, tellerin özelliklerinden söz etmiş, başta Ney ve Mizmar olmak üzere bir çok saz hakkında bilgi vermiş, özellikle Ud'u uzun uzun anlatmıştır. Kitabü'l-Edvar 15 fasıl olarak yazılmış, makamlar 17'e ayrılmıştır. Ahmed oğlu Şükrullah (1388-1470) bu eseri "Terceme-i Kitab-ı Edvâr" adı altında Türkçeye çevirmiştir. Merâgalı Abdülkadir ise "Şerhü'l-Kitab-ı Edvâr" ismi ile açıklamasını yapmıştır. Baron d'Erlanger eseri Fransızca'ya çevirirken Mevlânâ Mübarek Han'ın şerhi ile Şerefiyye'nin tercümesini esas almıştır.
Ailesi Urmiyeli(Rızaiyeli) olmakla birlikte, doğum yeri bilinmiyor. O zamanın sanat ve kültür merkezi olan Bağdat'a ailece göç etmiş olmaları ve Safiyüddin'in de doğum yerinin bağdat olması muhtemeldir. Son Abbasi halifesi Mutasım Billah'ın(ölümü:1258) musahibliğinde bulunuşundan önceki yıllarına ait hayat hikâyesi karanlıktır. O yıllarda genç yaşında ün kazanmış bir mûsikîşinas olduğu, hem sarayda görev almasından, hem de halifenin ölümünden sonra vezir Alâaddin Cüveynî'nin eserlerini yazması için ona yetki vermesinden anlaşılıyor. İyi bir öğrenim gördüğünü, kendini iyi yetiştirdiğini elde bulunan eserleri ortaya koyuyor. Türklüğü ve Türkleri görmezlikten, bilmezlikten gelen yabancı araştırmacıların bu büyük insanı Arab olarak kabul etmesi bir bakıma doğal sayılabilir. Çünkü bu durum Avrupalıların eski bir hastalığıdır. Ancak silinmez bir "Urmevî" yâni Türk etiketi taşıyan Safiyüddin'e Türk yazarlarının "Arab"lık etiketi yapıştırması şaşılacak bir şeydir.
Bağdat sarayında mûsikîşinas ve Ud sanatkârı olarak çalışırken , aynı zamanda halifenin ünlü kitaplığının idaresine bakıyor ve "müstensih"lik yapıyor, yâni kitapları el yazısı ile yazarak çoğaltıyordu. Çok sevilip sayıldığı, büyük ücretler karşılığında çalıştığı bu mutlu günler çok uzun sürmedi.
Moğol İmparatoru Hulâgu'nun 1258 yılında Bağdat'ı istila etmesi ile her şey son buldu. Halife öldürülmüş, şehir yerle bir edilmiş, kütüphane yakılıp yıkılmış, kitaplar Dicle nehrine dökülmüştü.
Bu karışık günlerde Safiyüddin'in yeni hükümdarın huzurunda Ud çaldığı, mûsikîşinaslığı sayesinde hayatını ve servetini kurtardığı anlaşılıyor. Nitekim bağışlanmış, eski saygınlığı geri verilmiş, hem de yıllık tahsisatı arttırılmıştı. Bir yandan bu hizmetleri sürdürürken, bir yandan da İlhanlılar'ın başveziri Şemseddin Cüveynî'nin iki oğlu Bahaeddin Muhammet(ölümü:1279) ile Şerafeddin Harûn (ölümü:1286)'un hocalığını yapıyordu. Bu iki kişi daha sonra sanat ve edebiyatın koruyucusu olmuşlardır.
Bu görevlerden başka Şemseddin ve Alâeddin Cüveynî'lerin ısrarı ile "İnşa Divanı"na getirildi. Bahaeddin Muhammed Isfahan valisi olunca, onunla birlikte 1265 tarihinde Isfahan'a gitti. Cüveynî ailesinin eski gücünü yitirerek çökmesi üzerine Safiyüddin de unutulmuş, hayatının son yıllarını tam bir yoksulluk içinde geçirerek borcunu ödemediğinden hapse atılmış ve hapishanede ölmüştür.
Kitabü'l-Edvar adlı eserinde ezgileri araştırmış, tellerin boyuna göre elde edilen seslerin değişmesini incelemiş, tellerin özelliklerinden söz etmiş, başta Ney ve Mizmar olmak üzere bir çok saz hakkında bilgi vermiş, özellikle Ud'u uzun uzun anlatmıştır. Kitabü'l-Edvar 15 fasıl olarak yazılmış, makamlar 17'e ayrılmıştır. Ahmed oğlu Şükrullah (1388-1470) bu eseri "Terceme-i Kitab-ı Edvâr" adı altında Türkçeye çevirmiştir. Merâgalı Abdülkadir ise "Şerhü'l-Kitab-ı Edvâr" ismi ile açıklamasını yapmıştır. Baron d'Erlanger eseri Fransızca'ya çevirirken Mevlânâ Mübarek Han'ın şerhi ile Şerefiyye'nin tercümesini esas almıştır.