#smrgSAHAF Salt Okunur - 2009

Dizi Adı:
Öykü
ISBN-10:
9786055765125
Stok Kodu:
1199148487
Boyut:
14x20
Sayfa Sayısı:
154 s.
Basım Yeri:
İstanbul
Baskı:
1
Basım Tarihi:
2009
Kapak Türü:
Karton Kapak
Kağıt Türü:
3. Hamur
Dili:
Türkçe
Kategori:
0,00
1199148487
534649
Salt Okunur -        2009
Salt Okunur - 2009 #smrgSAHAF
0.00
Salt Okunur, zekice kurgulanmış bir oyun alanı. Anlatıcının sürekli devrede kalarak varlığını hissettirmesi sözü edilen oyun alanını genişletiyor. Kitabın sonuna kadar ipleri elinden bırakmayarak Aylin Sökmen, metinlerin arasında soluk alıp veren, düş ve arzularla hareket eden kahramanlarıyla gerçekleri sağaltırken, gerçek yaşamda olmayan bir bütünsellik yaratıyor. Mehmet'in karşısında içi boş ve soluk bir kukla vardır. Gözde'ye baktıkça kendi başarısızlığını düşünüyor, yaratabileceği bir varlığın bu kadar bulanık oluşu onu iyice hırslandırıyordu. Bulanıktı ama sandığından daha zeki bir oyuncak oturuyordu karşısında. Sahil balıkçısında rakı içen, cilveli olmaktan çok uzak, tatmin ettiğinden daha soğuk ama sinsi bir kadın... Bir anda, Tülin'in rakıyı yudumladıktan sonra dudaklarını büzüştürüp iç çekiş ifadesinin tıpatıp aynısını karşısındaki kadında görünce, allak bullak oldu. Ojeleri Tülin'inkiyle aynı tonda bir bordoydu. Ayağında Tülin'in evde giydiği parmak arası terliklerin çok benzeri vardı. (Arka Kapak) Kitaptan Alıntı: Kurabiye Adam Ne yapacağımı şaşırmıştım. Sürüklenişimin yaşamdan ziyade kendimden kaynaklandığını anladığım gün. Mutlu olmam gerekirdi çünkü Guinness Rekorlar Kitabı'na girmiştim. Herkesin gözü üzerimdeydi. İlk kurabiye adamın yaşadığı hayattan çok farklıydı benimki. Bir tek sonum aynıydı. Birileri beni yiyordu. 2003 senesinin 19 Kasım günü, Vancouver'de, Hyatt Regency Otel'inin şefleri tarafından dünyaya getirildim. 168.8 kg ağırlığında, 4.23 metre uzunluğundaydım ve şefler benimle gurur duyuyordu. Ben ise meydana geldiğim andan itibaren işin içinde bir tuhaflık olduğunu seziyor, fakat ne olduğunu tam olarak anlamlandıramıyordum. Başıma üşüşen bir dolu adam- hepsi benim yarım kadardı- etrafımda geziniyorlar, beni elliyor ve kokluyorlardı. Kutsal bir nesneymişim gibi beni özel bir yerde tutuyor, ciddi surat ifadeli adamlar gelip beni inceliyor, ölçüm yapıyorlardı. Kendimi cüce adamlarla çevrilmiş Gülliver gibi hissediyordum. Sıkılmıştım doğrusu ama bunu ifade edebileceğim, etsem dahi beni anlayabilecek kimse yoktu etrafımda. Yıllar evvel okumuş olduğum geleneksel kurabiye adam hikâyesinin ortamından çok farklıydı. Ben karşımda yaşlı bir teyze beklerken, en son teknolojiye ait malzemelerin arasında tutsak olmuştum. Üstelik bu insanlar belli ki beni yemek için yapmamışlardı. Aç bir halleri vardı ama sanki mideleri tıka basa dolmuş da, açlıklarını başka türlü gidereceklermiş gibi geliyordu bana. Bu durum beni endişelendiriyordu. Sevinmem gerekirdi aslında, ne de olsa benim bildiğim kurabiye adamın tek kaygısı yenmekti. Beni yemeyin, diyerek koşuşturmuştu tüm hikâye boyunca. Run, run, as fast as you can! You can't catch me, I'm the Gingerbread Man! Kendine güveni sonsuzdu. Enerjikti, yaşama hevesiyle doluydu. Peşinden koşan yaşlı bir kadın ve birbirinin ardına eklenen hayvanlar sürüsü içinde, tek tilki vardı onu kandırabilen. Koşmaktan yorulduğu için değil, tilkiye güvendiği için yenilmişti. Çok geçmeden rekorum kırıldı. Tüm o tantana; dünyanın en büyük kurabiye adamı olmam, hakkımda yazılanlar, çekilen resimler, yaratıcılarımın ünü ve kibri, hepsi bir anda değerini kaybetti. Pabucum dama atıldı anlayacağınız. Çok da üzülmedim. Üzerimdeki baskıdan kurtulmuş, temsilcilik görevini başka birine devretmiş, bundan böyle sıradan kurabiye adamların yaşadıklarını görmeye, onlar gibi olmaya karar vermiştim. Ne yazık ki, tanıdıklarım hiç onun gibi, kafamda canlandırdığım kurabiye adam gibi olmadı. Papyonlu, kravatlı, Noel baba şapkalı, düğmeli; ayrı ayrı duran noktalar ancak birleştirildiğinde şekle bürünebileceklerini bilenler; bir kâğıt üzerinde kesilmeyi beklerken çaresizlik içinde kıvrananlar; plastik bir kalıp etrafında içinin doldurulmasını bekleyenler; bardakların, giysilerin üzerinde tek boyutlu yaşamaya mahkûm edilenler; yılbaşı ağacı süslemelerinde dekoratif amaçla kullanılanlar; kitapların içinde, rafların arasında bir canlıyla temas etmeyi bekleyenler; çorapların üzerinde yerden yükselemeyenler; boyama kitaplarında renklendirilmeyi isteyenler; yapboz kutuları içinde paramparça olmuş bir biçimde bütünleşmeyi arzulayanlar… Bir sürü kurabiye adam vardı etrafta... Çoğunlukla çocuklarla beraber yaşayan, onları eğitmeye çalışan, ezilen, büzülen, paramparça olan bu kurabiye adamların çoğunun, benim kadar olmasa da, beklentilerinin karşılanmadığını öğrendim. Yetişkin bedenine bürünmüş birer çocuk gibi davranmaya devam ediyorlardı. Daimi bir bekleyiş içindeydiler. Sanki hayatlarına dair çok önemli şeyler olacakmış, bir gün gelecek ve içlerinden biri yaşadıkları çerçevenin dışına çıkabilecekmiş gibi ortak bir bilinç karmaşası halinde varoluşlarını sürdürüyorlardı. Oysa değişen hiçbir şey yoktu. Kendilerini tekrarlamaya devam ediyorlardı. Onlardan farklı olduğumu duyumsamaya başlamıştım. Sanki göremediklerini görüyor, duyamadıklarını duyuyor, hissedemediklerini hissedebiliyordum. Bunu değerlendirmeli, onların alışılagelmiş rollerinden sıyrılmalı, kendime ait başka bir yoldan ilerlemeli ve peşime takılacağını tahmin ettiğim, beni yemeye çalışacak hayvanları tanımalıydım. En başa dönmeli, yaşama klasik bir kurabiye adam olarak başlamalı, ardından kendime bambaşka bir yol çizmeliydim. Standartların çok üstünde, oldukça iri bir kurabiye adam olduğum için, işe kendimi parçalayarak başlamam gerekiyordu. Bunu nasıl yapacağımı bilmiyordum çünkü şimdiye kadar özenle korunmuştum. İşin kötü tarafı da, bozulmamı engellemek amaçlı yapılmış, etrafımı çevreleyen bir kalıp vardı. Günlerce, haftalarca olduğum yerde kıvranıp durdum. Tek başıma, kimsenin yardımı olmadan kalıbımın dışına çıkamayacağıma karar verdiğim ve pes etmeye çok yaklaştığım bir anda ilginç bir olay meydana geldi. Beni sergilemek amacıyla açık havaya çıkarılmam kararı alındı. Tüm gün süren çalışmalar sonucunda kendimi bir düzlükte, çimenlerin üzerine yayılmış metal bir set üzerinde buldum. Ertesi gün ziyarete açılacak bu alanda, üzerimi şeffaf plastikten bir örtü ile kapatarak beni beklemeye aldılar. Sabahın erken saatleri yerine, beni geceden açık havaya taşımışlar, gecikme riskini göze almamışlardı. Bozulmamalı, en mükemmel halimle hayran bakışları karşılamalı, yaratıcılarımın bir simgesi olarak onları gururlandırmalıydım. Hava kararmaya başladığında yanımda kimse kalmamıştı. Biraz ürkmüştüm ama yıldızları görebileceğim için çok heyecanlıydım. Beklemeye başladım. Havanın iyice kararmasına rağmen gökyüzünde hiçbir parıltı göremiyordum. Bir süre sonra, üzerimdeki naylonumsu örtü rüzgârın uğultusuyla beraber dalgalanmaya başladı. İçerideyken hiç hissetmediğim ıslak bir yapışkanlık vardı üzerimde. Öyle bir histi ki, sanki tüm hücrelerim yumuşamaya başlamıştı ve eriyecektim. Plastik örtünün üzerine düşen ve yayılan iki üç parçanın sesiyle kendime geldim. Hep bahsedilen, bildiğim ama içime işlememiş yağmuru ilk defa görüyordum. Damlaları hissedemiyordum ama üzerimde bana dokunmadan birikmeleri, gittikçe hızlanarak kendilerine ait kanallar oluşturmalarını seyretmek hoşuma gidiyordu. Hava gittikçe soğuyordu. Karanlığın üzerimde oluşturduğu baskıya ek olarak yağmurun şiddeti arttıkça, üzerimdeki örtü dibe doğru çökmeye, sarsılmaya, nemden kabarmış bölgelerime değmeye başlıyordu. Her bir kabarcığıma değen plastik parçası canımı acıtıyordu. Üşümeye başlamıştım. Korkuyordum. Beni kaplayan yapay malzeme sanki canlanıyor ve güç kazanıyor, benim tüm hücrelerime işleyerek onları emiyordu. Bu işkence ne kadar sürdü hatırlamıyorum ama bir müddet sonra, şeffaf örtü ile bir bütün olduğumu fark ettim. Ve işte o an...
Salt Okunur, zekice kurgulanmış bir oyun alanı. Anlatıcının sürekli devrede kalarak varlığını hissettirmesi sözü edilen oyun alanını genişletiyor. Kitabın sonuna kadar ipleri elinden bırakmayarak Aylin Sökmen, metinlerin arasında soluk alıp veren, düş ve arzularla hareket eden kahramanlarıyla gerçekleri sağaltırken, gerçek yaşamda olmayan bir bütünsellik yaratıyor. Mehmet'in karşısında içi boş ve soluk bir kukla vardır. Gözde'ye baktıkça kendi başarısızlığını düşünüyor, yaratabileceği bir varlığın bu kadar bulanık oluşu onu iyice hırslandırıyordu. Bulanıktı ama sandığından daha zeki bir oyuncak oturuyordu karşısında. Sahil balıkçısında rakı içen, cilveli olmaktan çok uzak, tatmin ettiğinden daha soğuk ama sinsi bir kadın... Bir anda, Tülin'in rakıyı yudumladıktan sonra dudaklarını büzüştürüp iç çekiş ifadesinin tıpatıp aynısını karşısındaki kadında görünce, allak bullak oldu. Ojeleri Tülin'inkiyle aynı tonda bir bordoydu. Ayağında Tülin'in evde giydiği parmak arası terliklerin çok benzeri vardı. (Arka Kapak) Kitaptan Alıntı: Kurabiye Adam Ne yapacağımı şaşırmıştım. Sürüklenişimin yaşamdan ziyade kendimden kaynaklandığını anladığım gün. Mutlu olmam gerekirdi çünkü Guinness Rekorlar Kitabı'na girmiştim. Herkesin gözü üzerimdeydi. İlk kurabiye adamın yaşadığı hayattan çok farklıydı benimki. Bir tek sonum aynıydı. Birileri beni yiyordu. 2003 senesinin 19 Kasım günü, Vancouver'de, Hyatt Regency Otel'inin şefleri tarafından dünyaya getirildim. 168.8 kg ağırlığında, 4.23 metre uzunluğundaydım ve şefler benimle gurur duyuyordu. Ben ise meydana geldiğim andan itibaren işin içinde bir tuhaflık olduğunu seziyor, fakat ne olduğunu tam olarak anlamlandıramıyordum. Başıma üşüşen bir dolu adam- hepsi benim yarım kadardı- etrafımda geziniyorlar, beni elliyor ve kokluyorlardı. Kutsal bir nesneymişim gibi beni özel bir yerde tutuyor, ciddi surat ifadeli adamlar gelip beni inceliyor, ölçüm yapıyorlardı. Kendimi cüce adamlarla çevrilmiş Gülliver gibi hissediyordum. Sıkılmıştım doğrusu ama bunu ifade edebileceğim, etsem dahi beni anlayabilecek kimse yoktu etrafımda. Yıllar evvel okumuş olduğum geleneksel kurabiye adam hikâyesinin ortamından çok farklıydı. Ben karşımda yaşlı bir teyze beklerken, en son teknolojiye ait malzemelerin arasında tutsak olmuştum. Üstelik bu insanlar belli ki beni yemek için yapmamışlardı. Aç bir halleri vardı ama sanki mideleri tıka basa dolmuş da, açlıklarını başka türlü gidereceklermiş gibi geliyordu bana. Bu durum beni endişelendiriyordu. Sevinmem gerekirdi aslında, ne de olsa benim bildiğim kurabiye adamın tek kaygısı yenmekti. Beni yemeyin, diyerek koşuşturmuştu tüm hikâye boyunca. Run, run, as fast as you can! You can't catch me, I'm the Gingerbread Man! Kendine güveni sonsuzdu. Enerjikti, yaşama hevesiyle doluydu. Peşinden koşan yaşlı bir kadın ve birbirinin ardına eklenen hayvanlar sürüsü içinde, tek tilki vardı onu kandırabilen. Koşmaktan yorulduğu için değil, tilkiye güvendiği için yenilmişti. Çok geçmeden rekorum kırıldı. Tüm o tantana; dünyanın en büyük kurabiye adamı olmam, hakkımda yazılanlar, çekilen resimler, yaratıcılarımın ünü ve kibri, hepsi bir anda değerini kaybetti. Pabucum dama atıldı anlayacağınız. Çok da üzülmedim. Üzerimdeki baskıdan kurtulmuş, temsilcilik görevini başka birine devretmiş, bundan böyle sıradan kurabiye adamların yaşadıklarını görmeye, onlar gibi olmaya karar vermiştim. Ne yazık ki, tanıdıklarım hiç onun gibi, kafamda canlandırdığım kurabiye adam gibi olmadı. Papyonlu, kravatlı, Noel baba şapkalı, düğmeli; ayrı ayrı duran noktalar ancak birleştirildiğinde şekle bürünebileceklerini bilenler; bir kâğıt üzerinde kesilmeyi beklerken çaresizlik içinde kıvrananlar; plastik bir kalıp etrafında içinin doldurulmasını bekleyenler; bardakların, giysilerin üzerinde tek boyutlu yaşamaya mahkûm edilenler; yılbaşı ağacı süslemelerinde dekoratif amaçla kullanılanlar; kitapların içinde, rafların arasında bir canlıyla temas etmeyi bekleyenler; çorapların üzerinde yerden yükselemeyenler; boyama kitaplarında renklendirilmeyi isteyenler; yapboz kutuları içinde paramparça olmuş bir biçimde bütünleşmeyi arzulayanlar… Bir sürü kurabiye adam vardı etrafta... Çoğunlukla çocuklarla beraber yaşayan, onları eğitmeye çalışan, ezilen, büzülen, paramparça olan bu kurabiye adamların çoğunun, benim kadar olmasa da, beklentilerinin karşılanmadığını öğrendim. Yetişkin bedenine bürünmüş birer çocuk gibi davranmaya devam ediyorlardı. Daimi bir bekleyiş içindeydiler. Sanki hayatlarına dair çok önemli şeyler olacakmış, bir gün gelecek ve içlerinden biri yaşadıkları çerçevenin dışına çıkabilecekmiş gibi ortak bir bilinç karmaşası halinde varoluşlarını sürdürüyorlardı. Oysa değişen hiçbir şey yoktu. Kendilerini tekrarlamaya devam ediyorlardı. Onlardan farklı olduğumu duyumsamaya başlamıştım. Sanki göremediklerini görüyor, duyamadıklarını duyuyor, hissedemediklerini hissedebiliyordum. Bunu değerlendirmeli, onların alışılagelmiş rollerinden sıyrılmalı, kendime ait başka bir yoldan ilerlemeli ve peşime takılacağını tahmin ettiğim, beni yemeye çalışacak hayvanları tanımalıydım. En başa dönmeli, yaşama klasik bir kurabiye adam olarak başlamalı, ardından kendime bambaşka bir yol çizmeliydim. Standartların çok üstünde, oldukça iri bir kurabiye adam olduğum için, işe kendimi parçalayarak başlamam gerekiyordu. Bunu nasıl yapacağımı bilmiyordum çünkü şimdiye kadar özenle korunmuştum. İşin kötü tarafı da, bozulmamı engellemek amaçlı yapılmış, etrafımı çevreleyen bir kalıp vardı. Günlerce, haftalarca olduğum yerde kıvranıp durdum. Tek başıma, kimsenin yardımı olmadan kalıbımın dışına çıkamayacağıma karar verdiğim ve pes etmeye çok yaklaştığım bir anda ilginç bir olay meydana geldi. Beni sergilemek amacıyla açık havaya çıkarılmam kararı alındı. Tüm gün süren çalışmalar sonucunda kendimi bir düzlükte, çimenlerin üzerine yayılmış metal bir set üzerinde buldum. Ertesi gün ziyarete açılacak bu alanda, üzerimi şeffaf plastikten bir örtü ile kapatarak beni beklemeye aldılar. Sabahın erken saatleri yerine, beni geceden açık havaya taşımışlar, gecikme riskini göze almamışlardı. Bozulmamalı, en mükemmel halimle hayran bakışları karşılamalı, yaratıcılarımın bir simgesi olarak onları gururlandırmalıydım. Hava kararmaya başladığında yanımda kimse kalmamıştı. Biraz ürkmüştüm ama yıldızları görebileceğim için çok heyecanlıydım. Beklemeye başladım. Havanın iyice kararmasına rağmen gökyüzünde hiçbir parıltı göremiyordum. Bir süre sonra, üzerimdeki naylonumsu örtü rüzgârın uğultusuyla beraber dalgalanmaya başladı. İçerideyken hiç hissetmediğim ıslak bir yapışkanlık vardı üzerimde. Öyle bir histi ki, sanki tüm hücrelerim yumuşamaya başlamıştı ve eriyecektim. Plastik örtünün üzerine düşen ve yayılan iki üç parçanın sesiyle kendime geldim. Hep bahsedilen, bildiğim ama içime işlememiş yağmuru ilk defa görüyordum. Damlaları hissedemiyordum ama üzerimde bana dokunmadan birikmeleri, gittikçe hızlanarak kendilerine ait kanallar oluşturmalarını seyretmek hoşuma gidiyordu. Hava gittikçe soğuyordu. Karanlığın üzerimde oluşturduğu baskıya ek olarak yağmurun şiddeti arttıkça, üzerimdeki örtü dibe doğru çökmeye, sarsılmaya, nemden kabarmış bölgelerime değmeye başlıyordu. Her bir kabarcığıma değen plastik parçası canımı acıtıyordu. Üşümeye başlamıştım. Korkuyordum. Beni kaplayan yapay malzeme sanki canlanıyor ve güç kazanıyor, benim tüm hücrelerime işleyerek onları emiyordu. Bu işkence ne kadar sürdü hatırlamıyorum ama bir müddet sonra, şeffaf örtü ile bir bütün olduğumu fark ettim. Ve işte o an...
Yorum yaz
Bu kitabı henüz kimse eleştirmemiş.
Kapat