#smrgKİTABEVİ Deli Zamanlar -

Stok Kodu:
1199171154
Boyut:
14x20
Sayfa Sayısı:
206 s.
Basım Yeri:
İstanbul
Baskı:
1
Basım Tarihi:
2014
Kapak Türü:
Karton Kapak
Kağıt Türü:
3. Hamur
Dili:
Türkçe
Kategori:
0,00
1199171154
557278
Deli Zamanlar -
Deli Zamanlar - #smrgKİTABEVİ
0.00
27 Mayıs sonrası... Ayrışmaların yeni fikirlere gebe olduğu çatallı dönemde üniversite öğrencisi yeni yetme bir kız... Ve genç kızın teleskobundaki en parlak gezegen Aypare... Aypare Türkiye'de kadının geldiği, vardığı, parladığı ve söndüğü noktaları çok iyi kavramış, aydın olmanın yalnızlığını tatmış bir öncü. Akılcı, bireyci toplumcu, fakat seven bir kadın... Sevinç Çokum, Deli Zamanlar'da Aypare'yi, çevresindeki insanları, onun politika ataklarını, insanların düşmanlıklarına toslayışını, kırılışını ve yeniden bütünlenişini anlatıyor. Bütün bu hengâme ve atmosferi, sağı ve solu yaralayıcı bir nesnellikle irdeliyor. Deli Zamanlar ayrılıklar, kopuşlar üzerine kafa yoran ve sevgiyi ihmal etmeyen renkli bir roman.

"Benim sokaklarımın radyoların yanı başına çekilmiş solgun yüzlü gençlerinin yerini Nişantaşı'nın yokluğu, darlığı bilmeyen çocukları almaktaydı. Anadolu çocuklarına gelince, kimileri muti ve sadık, devletinin bekçisi kimliğinde okuluna gidip gelirken, kimileri kabuğunu sol adına kırmaktaydı. Motosikletli Bağdat Caddesi, Nişantaşı, Levent çocuklarının The Beatles sevdalan, ansızın bastıran bir sağanaktan nisan yağmuru romantizmine döndükten dört beş yıl sonra sosyalist yapılanma ile hippiliğin yan yana yürümesini görecektik. Bunlar dünyada sükûnet bulduğunda bizim sokaklarımızın kaldırımlarında sürecek ve ancak yeni bir patlamanın eşiğinde sönüp gideceklerdi... "

KİTAPTAN
Sonra bir halk helasının duvarları arasında buldum kendimi. Helanın duvarlarına sürünmemek için vücudumu kâğıt gibi büktüm. Dışarsı esnaf ve halk kalabalığı kaynıyordu, içerde yıllanmış dışkı ve idrar kokusu. Böbreklerimin atığını tiksintiyle bıraktım. Ve düşürülmüş ceninlerin, atılmış aybaşı pamuklarının, milyonlarca vığır vığır kaynayan mikrobun içersine giden idrarımla oradan bir duman tüttü...

Küçük ve rengi esmerleşmiş yosunlu lavaboda mikroplarla besli pembe sabunla ellerimi yıkadım, yıkadım. Yıkadıkça ruhum kirlendi. Kirim içimden taştı. İçimin boşluğundan doğru öğürdüm.

Halkımın helaları nasıl kullanması lazım geldiğini bilmediğini düşündüm, Bayhan'a hak verdim. Halkımın cinsel açlığı da tutarsız, sapkın, tuhaflıklar doluydu. Bütün acımasızlıkla- rın temelinde bu yetmezlik, bu doyumsuzluk vardı, işte bu noktada Leyla ile Mecnun'un, Kerem ile Aslı'nın aşklarını bir yere koyamıyordum.

Heladan çıktığımda o çocuğun yani resimdeki gölgenin bir saçak altında beni kolladığını gördüm. "Ne var?" dedim elimle. "Ne istiyorsun?" Anlamamış gibi yaptı. Saçını sıvazladı. Sigara yaktı. Balodan sonraki gece yani ölmeye hazırlandığım gece yine böcek kağıdı yapıştırmaya koyuldum. O günlerde anneannem bizdeydi. Annemin plastik kapaklarının düzeltilmesine o da hafiften dumansı gözleri ve el yordamıyla katılıyordu. Parmakları epeyce duyarlıydı; pürüzleri kolayca bulup yerleri hoşgörüsüyle yeniden elden geçiriyordu. Anneannem içinde durmayan çalışma enerjisini uykuları defederek böylece boşaltıyordu.

"Eh az kaldı, şuncağızı da yapıvereyim uşağım... Bitsin. Şimdi bırakırsam karnıma dert düşer uyuyamam. Ben de tu-tuvereyim şu işin ucundan. Öyle oturacak değilim ya oğul!" diyordu. Oğul'u her iki cins için de "evladım" anlamında kullanıyordu.

Biliyordum ki anneannem bir yanıyla burdaydı, bir yanıyla başka bir âlemde. Bizi algılaması da dünyevi olmaktan çok farklıydı. Bizi she loves you ye ye'lerden arındırarak, zamane alışkanlıklarından tecrit edilmiş olarak kabulleniyordu. İşte gözlerinin o yüzde altmış görürlüğü gibi algılaması da bütün zekâ inceliklerine ve üstünlüğüne rağmen yüzde altmıştı. Biz birer melek suretinde görünüyorduk ona diyebilirim...

Bu ulu kadını öylesine seviyordum ki eteğinden ayrılmıyordum hiç. Uykusunda bile ibadetle meşgul olduğunu uykularından kelime-i tevhidlerle, vela havlelerle uyanışlarından anlıyordum. Ölmeye karar verdiğim o gece ki -Dost da aynı dakikalarda bu işi yapacaktı- anneannem bir türlü uyumuyor, inadına kapak düzeltiyordu... Bense defterime son satırlarımı yazıyordum. "Her şey şimdiye dek çok güzeldi. Ama birileri çıktı ve karaladı hepsini."

ilaç hazırdı... Annemin yatıştırıcıları. Küçük mavi haplar... Bir iki üç dört ve bütün tüp bitecek. Gerçekten bunu istiyor muyum? Bendeki bu hal nedir öyleyse? Bu kadar toyluğuma, tazeliğime rağmen benden çok daha büyük bir kederi nasıl taşıyabiliyorum Allah'ım?

27 Mayıs sonrası... Ayrışmaların yeni fikirlere gebe olduğu çatallı dönemde üniversite öğrencisi yeni yetme bir kız... Ve genç kızın teleskobundaki en parlak gezegen Aypare... Aypare Türkiye'de kadının geldiği, vardığı, parladığı ve söndüğü noktaları çok iyi kavramış, aydın olmanın yalnızlığını tatmış bir öncü. Akılcı, bireyci toplumcu, fakat seven bir kadın... Sevinç Çokum, Deli Zamanlar'da Aypare'yi, çevresindeki insanları, onun politika ataklarını, insanların düşmanlıklarına toslayışını, kırılışını ve yeniden bütünlenişini anlatıyor. Bütün bu hengâme ve atmosferi, sağı ve solu yaralayıcı bir nesnellikle irdeliyor. Deli Zamanlar ayrılıklar, kopuşlar üzerine kafa yoran ve sevgiyi ihmal etmeyen renkli bir roman.

"Benim sokaklarımın radyoların yanı başına çekilmiş solgun yüzlü gençlerinin yerini Nişantaşı'nın yokluğu, darlığı bilmeyen çocukları almaktaydı. Anadolu çocuklarına gelince, kimileri muti ve sadık, devletinin bekçisi kimliğinde okuluna gidip gelirken, kimileri kabuğunu sol adına kırmaktaydı. Motosikletli Bağdat Caddesi, Nişantaşı, Levent çocuklarının The Beatles sevdalan, ansızın bastıran bir sağanaktan nisan yağmuru romantizmine döndükten dört beş yıl sonra sosyalist yapılanma ile hippiliğin yan yana yürümesini görecektik. Bunlar dünyada sükûnet bulduğunda bizim sokaklarımızın kaldırımlarında sürecek ve ancak yeni bir patlamanın eşiğinde sönüp gideceklerdi... "

KİTAPTAN
Sonra bir halk helasının duvarları arasında buldum kendimi. Helanın duvarlarına sürünmemek için vücudumu kâğıt gibi büktüm. Dışarsı esnaf ve halk kalabalığı kaynıyordu, içerde yıllanmış dışkı ve idrar kokusu. Böbreklerimin atığını tiksintiyle bıraktım. Ve düşürülmüş ceninlerin, atılmış aybaşı pamuklarının, milyonlarca vığır vığır kaynayan mikrobun içersine giden idrarımla oradan bir duman tüttü...

Küçük ve rengi esmerleşmiş yosunlu lavaboda mikroplarla besli pembe sabunla ellerimi yıkadım, yıkadım. Yıkadıkça ruhum kirlendi. Kirim içimden taştı. İçimin boşluğundan doğru öğürdüm.

Halkımın helaları nasıl kullanması lazım geldiğini bilmediğini düşündüm, Bayhan'a hak verdim. Halkımın cinsel açlığı da tutarsız, sapkın, tuhaflıklar doluydu. Bütün acımasızlıkla- rın temelinde bu yetmezlik, bu doyumsuzluk vardı, işte bu noktada Leyla ile Mecnun'un, Kerem ile Aslı'nın aşklarını bir yere koyamıyordum.

Heladan çıktığımda o çocuğun yani resimdeki gölgenin bir saçak altında beni kolladığını gördüm. "Ne var?" dedim elimle. "Ne istiyorsun?" Anlamamış gibi yaptı. Saçını sıvazladı. Sigara yaktı. Balodan sonraki gece yani ölmeye hazırlandığım gece yine böcek kağıdı yapıştırmaya koyuldum. O günlerde anneannem bizdeydi. Annemin plastik kapaklarının düzeltilmesine o da hafiften dumansı gözleri ve el yordamıyla katılıyordu. Parmakları epeyce duyarlıydı; pürüzleri kolayca bulup yerleri hoşgörüsüyle yeniden elden geçiriyordu. Anneannem içinde durmayan çalışma enerjisini uykuları defederek böylece boşaltıyordu.

"Eh az kaldı, şuncağızı da yapıvereyim uşağım... Bitsin. Şimdi bırakırsam karnıma dert düşer uyuyamam. Ben de tu-tuvereyim şu işin ucundan. Öyle oturacak değilim ya oğul!" diyordu. Oğul'u her iki cins için de "evladım" anlamında kullanıyordu.

Biliyordum ki anneannem bir yanıyla burdaydı, bir yanıyla başka bir âlemde. Bizi algılaması da dünyevi olmaktan çok farklıydı. Bizi she loves you ye ye'lerden arındırarak, zamane alışkanlıklarından tecrit edilmiş olarak kabulleniyordu. İşte gözlerinin o yüzde altmış görürlüğü gibi algılaması da bütün zekâ inceliklerine ve üstünlüğüne rağmen yüzde altmıştı. Biz birer melek suretinde görünüyorduk ona diyebilirim...

Bu ulu kadını öylesine seviyordum ki eteğinden ayrılmıyordum hiç. Uykusunda bile ibadetle meşgul olduğunu uykularından kelime-i tevhidlerle, vela havlelerle uyanışlarından anlıyordum. Ölmeye karar verdiğim o gece ki -Dost da aynı dakikalarda bu işi yapacaktı- anneannem bir türlü uyumuyor, inadına kapak düzeltiyordu... Bense defterime son satırlarımı yazıyordum. "Her şey şimdiye dek çok güzeldi. Ama birileri çıktı ve karaladı hepsini."

ilaç hazırdı... Annemin yatıştırıcıları. Küçük mavi haplar... Bir iki üç dört ve bütün tüp bitecek. Gerçekten bunu istiyor muyum? Bendeki bu hal nedir öyleyse? Bu kadar toyluğuma, tazeliğime rağmen benden çok daha büyük bir kederi nasıl taşıyabiliyorum Allah'ım?

Yorum yaz
Bu kitabı henüz kimse eleştirmemiş.
Kapat